Yayın dönemi: Eylül, 2014
1 Kg Liyakat Yerine 5 Kg Sadakat Versek ?

Üretim bandının başında durup, gecenin bu vaktinde harıl harıl çalışan çoğu asgari ücretli işçileri izliyordu yönetici. Kış mevsimiydi, müthiş bir ayaz vardı ama Allah’ tan hem ısıtma sistemi, hem de sürekli dönen bantların ve paletlerin ısısı dışarıdaki soğuğu hissettirmiyordu. “Tam 25 yıl” dedi “Bugün 25 yıl doldu. Bu kadar yıllık emeği yedirir miyim ben size? Tabir caizse saçımı süpürge edeceğim, doğru dürüst izin bile kullanmayacağım, her zılgıta “amenna” deyip sineye çekeceğim, bu kadar fedakarlık ve sadakatten sonra da bir-iki zibidiye koltuğu teslim edeceğim. Hem de dışarıdan gelen, fabrika nedir görmemiş, üretim nedir bilmeyen, ne makineyi ne de işçi takımını tanıyan, iki vardiya amirine bir posta koyamayacak, başlarını şöyle bir güzelce ezemeyecek, hanım evladı züppelere ha. Yok daha neler !!”
Patronun ne düşündüğünü anlayamıyordu açıkçası. Son toplantıda şu ana kadar hiç istemediği raporları talep etmiş, işçi başı verimlilik, saat başı verimlilik, fire oranları, müşteriden iade oranları, stok zayi oranları gibi daha önce hiç sorgulamadığı rakamları sondajlamış, kendi fikrince de bazı sonuçlara varmıştı. Üstüne üstlük artık her üretim tipi için ayrı bütçe yapılacağını, her birinin karlılık ve sapma analizlerinin takip edileceğini, verimsiz imalat kalemlerinden vazgeçileceğini, her birimin bir kar merkezi olarak değerlendirileceğini, nakdin dolayısı ile tahsilatın çok önemli olduğunu söylüyordu. Kim sokmuştu bu fikirleri kafasına? Oysa kendisi ağabeylerinden ne görmüşse yıllarca bunu uygulamıştı, hem de büyük bir fedakarlık ve sadakatle. Şirket bu günlere kadar gelmişti ya, daha ne istiyorlardı? Bütün krizlerden sağ salim çıkılmıştı, müşteri kayıpları vardı, doğru, rakipler de daha hızlı büyümüşlerdi, karlılık ta düşüktü ama bu sektör zaten hep böyle değil miydi? Kendi suçu muydu bütün bunlar?
“Hep” dedi “hep o yeni gelenin başının altından çıkıyor bütün bunlar. Zaten yeniler hep el üstünde tutulur. Neymiş, yeni yönetim teknikleri, motivasyon, liderlik, müşteri memnuniyeti, verimlilik, enerji, sinerji, empati, daha bir sürü ıvır-zıvır, zart-zurt. Okuyorlar kitapları, sonra da gelip şov yapıyorlar buralarda. Halbuki hamallığı yapan biz, parayı kazanan onlar. Bir de yabancı dilleri olunca havalarından geçilmiyor zıpırların. Adamın aklını iyice karıştırdı süslü kelimelerle, adamcağız da bir şeyler var zannediyor beyefendide. Organizasyon şeması değişti, yeni görev tanımları yayınlandı, hem de benim yetkilerim ve oyun alanım daraltılarak. Benim üstüme üstüme geliyorlar. Dur bakalım ben senin ipliğini pazara çıkarmaz mıyım?”
Kafasına koymuştu, her ne pahasına olursa olsun hem kendisini hem de şirketi ve patronu bu beladan kurtaracaktı. Tamam, kendi donanımı O’nunla başa çıkacak kadar iyi değildi amma velakin bazı kısayollar ve taktikler de vardı ki bunları da o çocukcağız bilemez, bilse de uygulayamaz, eline yüzüne bulaştırırdı. Kendisi de bazı ağabeylerinden öğrenmişti bu taktikleri, tecrübe gerekli idi bunları başarabilmek için. “Madem öyle, işte böyle” dedi kendi kendine. ”Yarın sabahtan itibaren benim oyunumu oynayacağız”.
Sonrası uzun ve bildik bir hikaye. Yönetici tüm sadık adamlarını, kendisinin de üyesi olduğu sadakat çemberi mantığı ile, yeni olan tüm uygulamalara ve çalışanlara karşı kışkırttı, gerekiyorsa tehdit etti. Patronu yeni ekibin işe yaramazlığı hususunda sürekli bilgilendirdi !! Yeni uygulamaların başarısı çok kısa bir sürede görülmeye başlansa da, uygulamaları sabote etmek için tüm gücünü kullandı. Tabii ki bunları aşikar bir şekilde, gözüne sokar gibi yapmıyordu, ustalığı da buradaydı işte. Kurbağa haşlanıyordu ama farkında değildi! Allah için hiçbir kötü niyeti yoktu, zaten kendisi de bir fazilet timsali idi..! Yeni ekip ise, başlarını çeken yönetici ile birlikte şirketi içine düştüğü sarmaldan çıkarmak için gece gündüz çalışıyor, kimsenin de iyi niyetinden zerre kadar şüphe duymuyordu. Öyle ya doğru olana, yararlı olana, umumun menfaati için olana kim karşı çıkardı ? Hayır, hiç kimsenin kötü niyetli olmayacağına eminlerdi. Şirket yeni bir ivme yakalamıştı, uğraştıkları, kişiler değil fikirlerdi, iyiler de her zaman kazanırdı zaten. Şirket sağlıklı bir şekilde büyüyecek, kendileri de kariyerlerini büyüteceklerdi.
Ya patron?? Açıkçası yeni söylenenler ve uygulananlar iyiydi hoştu ama biraz da gözünü korkutmuştu. Eğitim giderleri, personele jestler, motivasyon ve liderlik aktiviteleri, vs. vs., bunların hepsi paraydı, değer miydi, kendisi de karar veremiyordu. Rakamlar iyileşmeye başlamıştı, verimlilik te artıyordu ama kendisi de yetkisini bayağı bir delege etmek zorunda kalmıştı. Korkuyordu açıkçası…Çok mu açılmaya başlamıştı acaba?
Sözü uzatmayalım…İhtimallerden kötü olan gerçekleşti. Yenilikçi ekip mücadeleyi kaybetti. Statuko kazandı. Şirket her gün biraz daha kötüye gitti. Geri dönülmez nokta gelmişti. Patron yöneticiyi yanına çağırdı bir gün. Hiddetten köpürerek “Sen” dedi “elime geçen son fırsatı da senin yüzünden kaybettim. Her şeyin müsebbibi sensin. Sende zerre kadar liyakat yokmuş meğer”
Yönetici odadan kaçarcasına uzaklaşırken “Ama” dedi ” ama ya sadakatim? Hiç mi değeri yok ??”
Değerli okuyucularım; tabii ki var. Sadakat bir insanın sahip olabileceği en büyük erdemlerden…Ama hakikati ve liyakati örtmemek, örttürmemek kaydıyla.
Biz “emaneti ehline tevdi etmek” yükümlülüğüne atfeden bir kültürden geliyoruz. “Benim gözümde liyakatsiz sadıkların sadakati, yerine göre, bazen sadakat değil, ihanettir”…Hem o mevkileri gerçekten hakedenlere, hem topluma, hem de patronlarına ihanet. Aslında “helal kazanç” düsturunu göz önünde bulundurursanız, kendi kendilerine de ihanet…
Bu hikayecik pek çok kez yaşanmıştır, halihazırda pek çok yerde yaşanıyordur ve pek çok kez de yaşanacaktır. Tarih tekerrür eder miydi hiç ders alınsaydı?
Ne demiş atalar; “kıssadan hisse”…
Kaynak: http://lutfullahkutlu.wordpress.com
Daha Fazla